Sanat bir özgürlük çığlığıdır. Bir halkın acısını, sevincini, düşlerini dile getirir; görünmeyeni görünür kılar. Ama ne zaman ki sanat, halktan uzaklaştı, dilini sadece seçkinlerin anlayabileceği bir kıvama soktu, işte o zaman anlamını da kaybetmeye başladı.
Bugün pek çok sanat çevresi, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde elitizmin içine sıkışmış durumda. Sanat galerileri, tiyatro salonları, edebiyat dergileri… Hepsi aynı çevrenin, aynı yüzlerin, aynı bakışın etrafında dönüp duruyor. Birbirini okuyan, birbirini alkışlayan, birbirini ödüllendiren dar bir çevre… Oysa sanatın asıl muhatabı, sokakta yürüyen insan, çocuğuna masal anlatan anne, fabrikada ter döken işçi, yaşlısına şiir okuyan bir genç değil midir?
Sanatçının halkla arasına koyduğu mesafe sadece mekânsal ya da sınıfsal değildir; aynı zamanda duygusaldır, ideolojiktir. Elitizmin dili; sadeleşmeyi, erişilebilir olmayı küçümser. “Anlamayan anlamasın” cümlesi, yaratıcı bir kibirden çok, halktan uzaklaşmanın bahanesidir çoğu zaman. Oysa sanatın devrimci gücü, ancak kalabalıklarla buluştuğunda kendini gösterir.
Nazım Hikmet, şiiriyle bunu başaran büyük ustalardan biridir. Sürgünlerde, zindanlarda bile halkına seslenmeyi bırakmamış, mısralarını bir işçinin nasırlı ellerine, bir köylü çocuğun uykusuna armağan etmiştir. Onun “En güzel deniz / henüz gidilmemiş olandır” dizeleri, sadece romantik bir hayal değil; halkın umutla kurduğu geleceğin adıdır.
Yılmaz Güney de sinemasıyla aynı yolu yürümüştür. Elit salonlarda gösterilmek için değil, Anadolu’nun en uzak köylerinde projeksiyonla perdeye yansıtılmak içindir onun hikâyeleri. “Umut” filmiyle, bir faytoncunun çaresizliğini bir sınıf meselesi olarak anlatırken, sanatın yalnızca anlatmak değil, değiştirmek için de var olduğunu gösterir.
Şair Ahmet Arif, dağların diliyle konuşur. Onun şiirleri kitap fuarlarında değil, askeri postalların gölgesinde, gözaltı hücrelerinde, Kürtçe’nin yasak olduğu yıllarda Türkçe ağıtlar gibi yankılanır. “Hasretinden prangalar eskittim” derken bile aşkı halkıyla bütünleştirir.
Dünyadan bir örnek verecek olursak; Victor Hugo’nun “Sefiller”i yalnızca bir roman değildir. Bir devrimin fısıltısıdır. Jean Valjean’ın hikâyesi, sanatın adalet arayışıyla nasıl buluştuğunun destanıdır. Yine Bertolt Brecht, tiyatroyu burjuva eğlencesi olmaktan çıkarıp işçi sınıfına eleştirel düşünmeyi öğreten bir araç hâline getirmiştir. “Sanat, gerçekliği açıklamak içindir” derken kastettiği tam da budur: halkın gözüne perde indirmek değil, perdeyi kaldırmaktır sanatçının görevi.
Şairin sözü dağ köyünde yankılanmıyorsa, ressamın fırçası pazaryerinde yankı bulmuyorsa, müzisyenin sesi metrobüs yolcusuna değmiyorsa o sanat, ne kadar büyük olursa olsun, eksiktir. Çünkü sanat bir seçkinler sofrasında tadımlık bir yemek değil, yoksulun da doyması gereken bir ekmektir.
Sanatı tutsak eden bu elitist bakış, çoğu zaman kendini “kalite” ve “estetik kaygı” gibi kavramlarla meşrulaştırır. Oysa kaliteli olan her şey anlaşılmaz olmak zorunda değildir. Ve estetik, yalnızca kristal avizelerin altında doğmaz; bazen toprak damlı bir evin duvarında asılı siyah-beyaz bir fotoğrafta saklıdır.
Sanat, eğer gerçekten özgürse; insanın sınıfsal, kültürel, coğrafi tüm sınırlarını aşabilecek bir güçtedir. Ama bunun için önce sanatçının kendi içindeki elitist zincirleri kırması gerekir. “Beni anlamıyorlar” demek yerine, “Ben yeterince anlatabiliyor muyum?” sorusunu sormalı.
Çünkü gerçek sanatçı, sadece kendini değil, başkalarının ruhunu da duyabilendir. Ve sanatın en büyük erdemi, anlamak için değil, hissetmek için var olmasıdır.
Sanat halkla buluştuğunda büyür. Kalabalığın yüreğine dokunduğunda sonsuzlaşır. Aksi hâlde, sadece birkaç seçkinin duvarında asılı kalır… Tozlanır.

Mersin Halk Haber Mersin Halk Haber
