Anasayfa / Köşe Yazıları / İki Sınıf Vardır: Biri Sahip Olanlar, Diğeri Yaşamak Zorunda Kalanlar

İki Sınıf Vardır: Biri Sahip Olanlar, Diğeri Yaşamak Zorunda Kalanlar

Bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bir hakikatten bahsetmek istiyorum:

Dünyada iki temel sınıf var.
Biri üretim araçlarının sahibi olanlar,
Diğeri ise yaşamını sürdürebilmek için emeğini satanlar.

Adına burjuvazi deyin, sermaye sınıfı deyin fark etmez.
Öte yanda, alın teriyle çalışan, emeğinden başka sermayesi olmayan milyonlar var: proletarya.

Bu sınıflar yalnızca ekonomik birer kategori değildir.
Sınıf, nasıl yaşadığını, neye değer verdiğini, neyi özlediğini, neye inandığını ve ne için öfkelendiğini belirleyen bir yaşam biçimidir.

Burjuva sınıfı, varlığını mülkiyete dayandırır.
Kazancı emeğe değil, sermayeye, yatırım aracılığıyla pasif gelir elde etmeye bağlıdır.
Güvenliği özeldir, eğitimi seçkindir, sağlık sistemi sigorta temellidir, hukuku ise danışmanlıdır.
Onlar için zaman, kârlı olanla ölçülür.

Proleterya ise yaşamak zorunda olanlardır.
Günübirlik kaygılarla yaşar, geçim derdiyle uyur.
Zamanları hep başkalarının emrine yazılmıştır.
Geleceği planlamazlar; çünkü bugünü atlatmak zaten yeterince zordur.
Ölüm korkusuyla değil, yarın işsiz kalma korkusuyla yaşarlar.

Arada bir “orta sınıf”tan söz edilir ya hani…
O sınıf çoğu zaman ya yoksullaşır ya da hayal ettiği zenginliğin gölgesinde kaybolur.
Bir ayağı bankada, diğer ayağı borçta…
Aslında burjuvazinin kültürünü taklit eder ama proletaryanın çilesini çeker.

Son yıllarda yeni bir sınıf daha doğdu:
Prekarya.
Güvencesiz çalıştırılan, kısa süreli işlerde boğulan, sosyal haklardan mahrum genç bir kitle.
Üniversite mezunu ama geleceksiz.
Kira öder, kredi öder ama gelecek kuramaz.

Bu sınıflar sadece geliri değil;
diline sinen kelimeleri, hangi müziği sevdiğini, hangi diziyi izlediğini, çocuğunu nereye gönderebildiğini belirler.
Sınıf, cebindeki paradan önce, göğsündeki baskıdır.
Görünmeyen ama hep hissedilen bir hiyerarşidir.

Ve işin en acı tarafı şudur:
Bazı insanlar sınıfsız olduklarını zannederler.
Tüketerek sınıf atlattıklarını sanan koca bir kalabalık vardır artık.
Marka ayakkabısıyla yoksulluğunu gizlediğini düşünen, taksitli telefonuyla özgür olduğunu zanneden yeni bir yorgun insanlık…

Ama hakikat değişmez:
Dünya hâlâ iki temel sınıfa bölünmüş durumda.
Sahip olanlar ve yaşamak zorunda kalanlar.

Ve biz hangi sınıfta olursak olalım,
vicdanımızın hangi tarafta olduğunu seçme hakkımız hâlâ var.

Çünkü sınıf sadece doğuştan gelen bir kader değil,
aynı zamanda dayanışmayla değiştirilecek bir gerçektir.

Şimdi bir başka meseleye daha bakalım…

Bugün “sol” söylemiyle siyaset yapan, halk adına konuştuğunu iddia eden birçok isme baktığınızda, aslında mülkiyet ilişkileri bakımından burjuva sınıfının tam göbeğinde yer aldığını görürsünüz.
Milyonluk evlerde oturan, servetlerini mirasla ya da şirket ortaklıklarıyla edinmiş bu isimler, bir yandan lüks içinde yaşarken diğer yandan “emekçinin hakkını savunuyorum” diyebiliyor.

Bu ya derin bir kafa karışıklığıdır,
ya da çok daha tehlikelisi: toplumu siyaseten manipüle etmenin bilinçli tercihidir.

Sol ideoloji, sadece yoksulluk romantizmiyle süslenmiş bir imaj değil;
eşitlik, adalet ve mülkiyet eleştirisini temel alan köklü bir bilinç halidir.

Peki sermaye sınıfının bir ferdi gerçekten solcu olabilir mi?
Belki vicdanı sol’da olabilir…
Ama yaşam biçimi, değerleri, sermayeyle kurduğu ilişki onu her seferinde sınıfının tarafına çeker.
Çünkü mülkiyeti koruyan bir düzenin içinde yaşayıp, o düzenin mağdurunun sesi olamazsınız.

Sınıf çelişkisini görmeden, kendini “sol” sanmak,
serin bir gölgede durup, güneş altında yanmış ellerin adına konuşmaktır.
Ve o eller, bir gün sizi de sorgular.

Sınıf bilinci, sadece başkalarının acısını anlamak değil,
kendi ayrıcalığını tanımakla başlar.

Dr. Ruhsar Uçar

Çok Okunan Haber

TOROSLAR CUMHURİYET ALANI YILBAŞI PAZARIYLA ŞENLENDİ

Toroslar Belediyesi tarafından Cumhuriyet Alanı’nda ilk kez kurulan Yılbaşı Pazarı, yeni yıl coşkusunu Toroslar halkıyla …

Araç çubuğuna atla