Türkiye, son yıllarda siyasal dilin sertleştiği, kimlikler üzerinden yürütülen kutuplaştırıcı politikaların toplumsal dokuyu zayıflattığı bir dönemden geçmektedir. Ulusalcı ve milliyetçi söylemler, demokratik bir tartışma zemini üretmekten ziyade, farklılıkları tehdit olarak kodlayan dar bir bakış açısını beslemektedir.
Bilimden uzak, dünyanın gelişiminden bihaber, lümpen kültürü giydirilmiş kıtaların ayrımcılık ve ırkçılık kokan çılgınlıkları herkesi tedirgin etmektedir.
Başını Zafer partisi yöneticilerinin, CHP ye sonradan monte edilmiş kör milliyetçilerin, ulusalcılık adına ırkçılığa soyunan statükocuların ilkesiz ve rotasız savruluşları toplumsal birliğe en büyük zararı verdiğini hayıflanarak görmekteyiz.
Bu durum yalnızca siyaset alanıyla sınırlı kalmamakta; spor, kültür ve gündelik yaşamın pek çok alanına sirayet ederek toplumsal barışı doğrudan etkilemektedir.
Demokrasi kültürünün temel dayanaklarından biri, farklı kimliklerin ve görüşlerin bir arada, eşit ve saygılı biçimde var olabilmesidir. Oysa empati kurma yetisinin zayıfladığı, karşısındakini anlamaktan çok bastırmayı ve dışlamayı önceleyen bir siyasal atmosferde, bu kültür ciddi biçimde aşınmaktadır.
Toplumun tarihsel ve sosyolojik olarak dezavantajlı bırakılmış kesimleri, bu süreçte bir kez daha hedef haline gelmekte; eşit yurttaşlık fikri yerini ayrımcı ve dışlayıcı pratiklere bırakmaktadır.
Spor alanı, doğası gereği birleştirici ve kapsayıcı olması gerekirken, günümüzde ırkçı ve milliyetçi reflekslerin sahnelendiği bir propaganda alanına dönüştürülmektedir. Amedspor örneğinde görüldüğü gibi, bir spor kulübünün kimliği üzerinden sistematik biçimde dışlanması, yalnızca sportif rekabete zarar vermemekte; aynı zamanda toplumsal hafızada derin yaralar açmaktadır. Sporun diliyle normalleştirilen bu ayrımcılık, ırkçılığı görünmez kılmakta ve meşrulaştırmaktadır.
Benzer biçimde, Kürt bir kadın siyasetçi olan Leyla Zana’ya yönelik ağır hakaretler ve nefret söylemleri, Türkiye’de ırkçılığın ve cinsiyetçi zihniyetin hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne sermektedir. Bu tür saldırılar, yalnızca bireylere değil; birlikte yaşama iradesine, toplumsal barış umuduna ve demokratik geleceğe yöneliktir.
Siyasal prim uğruna nefret dilinin körüklenmesi, kısa vadede bazı kesimlere kazanç sağlıyor gibi görünse de, uzun vadede toplumun tamamını kayba uğratmaktadır.
Eğer bu gidişatın önü alınmazsa, kutuplaşma daha da derinleşecek, toplumsal ayrışma kalıcı hale gelecektir. Oysa Türkiye’nin geleceği, kimlikler arası çatışmayı besleyen değil; adalet, eşitlik ve karşılıklı anlayışı güçlendiren bir siyasal ve toplumsal akıl inşa edebilmesine bağlıdır.
Tam da bu noktada, ırkçılığın farklı alanlarda nasıl üretildiğini, normalleştirildiğini ve hangi sonuçlara yol açacağını görmeden tartışmayı; aynı zamanda bu döngünün dışına çıkabilmenin imkanlarını sorgulamayı amaçlamaktadır. Milli Dayanışma, barış ve Kardeşlik Komisyonunun eksikliklerine ragman aldığı yol, hükümetin her şeye rağmen ortaya koyduğu irade umut verici bir sürecin yapı taşlarını oluşturmaktadır.
Oy uğruna, kafatasçılık ve fırsatçılık yapmak bozgunculuktur. Türkiyenin geleceği ayrışmayla değil, toplumsal Kabül ekseninde birlikte yol yürümekle aydınlık olabilir.
Demokrasi olmadan, insanların birbirini anlamadan yürütülecek ya da kışkırtılacak her türlü ayrımcılık ve ırkçılık teşir edilmeli ve adalet bu konuda eksiksiz işletilmelidir.
Belirttiğim bu düşünceler yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrıdır: Nefretin değil, diyaloğun; dışlamanın değil, birlikte yaşamın; korkunun değil, demokratik cesaretin hakim olduğu bir toplum için düşünmeye ve sorumluluk almaya davet ediyorum.
Bunun tek yoluda Toplumsal Kabüldür.
Bedrettin Gündeş

Mersin Halk Haber Mersin Halk Haber
